Özellikle iktidarın ve ilişik medyanın köpürttüğü ve tabanında da yankı bulduğu anlaşılan “fetih ve oyun kurucu ülke histerisi” farkı söz söyleme, farklı söze kulak kabartma olanağını da kısıtlıyor. Nitekim dikkate değer sözler söyleyen Salih Müslüm’e mikrofon tutan Nevşin Mengü’ye dava açılması, Suriye analizlerinin en önemli unsurlarından olan PYD/SDG bölgesinden haber veren (velev ki propagandasını yapan olsun) gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in öldürülmesi ile ilgili açıklama yapan gazeteciler ve barolara soruşturma açılması bu kısıtlılığı gösteren olgular. O kadar ki, nerede ise SMO ve HTŞ’yi eleştirmek TSK’yı eleştirmekten daha zor hale gelmiş durumda!
Bu kadar değişkenin, “galat-ı meşhurun”, baskının söz konusu olduğu bir ortamda somut durumun analizi yapılırken “yöntemin” göz önünde bulundurulması zorunlu oluyor haliyle. İktidar yıllardır, saatler içinde 180 derece ters görüşlere ikna etmekte zorlanmadığı bir tabana hitap etmenin, hiçbir tutarlılık ya da başarısızlık nedeniyle hesap vermemenin konforunu yaşıyor.
Türkiye’yi hedefe koyduğunu söylediği ve bütün kötülüklerin anası olarak propaganda ettiği “dış güç” ABD’den gelen “övgüler” sevinçle karşılanıyor, İsrail’in işgalleri ve Suriye’nin alt yapısını yok eden hamleleri son sürat sürerken, mızmızlanma kabilinde bir iki açıklama hariç hiçbir şey yapmıyor iktidar. Halep kalesine muhtemelen birkaç günlüğüne asılan bayrak tüm bu çelişkilerin örtüsü olarak kullanılıyor.
Muhalefet ise biraz yukarıda tarif etmeye çalıştığım koşullar, biraz dış politika alanını iktidara terk etmenin tembelliği, biraz da yanlış devlet analizi nedeniyle toplumun önüne bütünlüklü bir çerçeve koyamıyor. Oysa eleştiri yanında -tam da birinci parti olmuşken- bütünlüklü bir dış politika ve Suriye perspektifi çizilmeli. Varsa yoksa sığınmacılar!
Bu durumda anlama çabasına, yorulmuş kavramları, üstü örtülen gerçekleri yerli yerine oturtarak başlamak gerekli. En çok kullanılan “Esad rejimi 12 günde, beklenmedik şekilde çöktü” ezberi mesela. 13 yıldır sistematik olarak bombalanan, uluslararası yaptırımlarla boğuşan, nerede ise tüm Batının eğit donat programları ile hırpalanan, IŞİD’den lejyoner cihatçılara, etnik aktörlerden mezhep savaşçılarına kadar aktörlerin dahil olduğu yıpratıcı ve birikimli bir süreç söz konusu. Bu anlamda ne beklenmedik bir son ne de 12 gün söz konusu.
Ortaya çıkan sonuçların; Oded Yinon’un yazdığı “1980’lerde İsrail için bir strateji” raporu (“Suriye, etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan’da olduğu gibi bir dizi devlete bölünecektir; böylelikle sahil bölgesinde bir Alevî devleti, Halep bölgesinde bir Sünnî devleti, Şam’da kuzeydeki komşusuna düşman bir başka Sünnî devleti olacak, Dürziler de, belki bizim Golan tepelerimizi da içerecek ve kesinlikle Havran ve Kuzey Ürdün’ü de içine alacak bir devlet kuracaklardır.” Oded Yinon, Kivunim , 1982), Wesley Clark’ın “Sonuçta birkaç hafta sonra yeniden onu görmeye gittim; o sırada artık Afganistan bombardımanı başlamıştı. ‘Hâlâ Irak’la savaşmayı düşünüyor muyuz?’ diye sordum. General, ‘Ooo, durum daha da kötü’ dedi. Masasının üzerine eğildi. Bir kâğıt aldı. Ve ‘Bunu daha bugün üst kattakilerden –yani Savunma Bakanlığı bürosundan– aldım’ dedi. Ve arkasından, ‘Bu, beş yıl içinde nasıl yedi ülkeyi halledeceğimizi betimleyen andıç; Irak’la başlayacak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve Sudan’la devam edecek, en son İran’la işi bitireceğiz’ dedi.” açıklaması ile uyumu göz ardı edilemez. Özetle olan biteni açıklamaya ve doğru bir bakış açısı oluşturmaya çalışılırken Emperyalizm olgusu göz ardı edilemez. Kuşkusuz her zaman her şeye muktedir bir emperyalizm yaklaşımı, ya da diğer dinamikleri göz ardı eden bir yaklaşım değil kastım.
Öteden beri genel olarak emperyalizmin özel olarak da iktidarın kullandığı “akışkan” hale gelmiş bir “terör ve terörizm” kavramını da yerli yerine oturtmak gerekli. Bu kavramın nasıl bir sopaya dönüştüğünü, ya da yok sayılabildiğini en iyi Türkiye’de deneyimliyoruz. Salıverilen IŞİD’liler ve Hizbullahçılar, öte yandan sadece haber yaptığı için hayatı zindan edilenler. Özellikle Fidan ve Kalın’ın HTŞ ile ilişkileri, hatta Bahçeli’nin Öcalan çağrısı “terör” kavramının ne kadar oynak/akışkan olduğunun ispatı oldu. Bu kavramın (yaygara da diyebiliriz) zihnimizi esir almasına izin vermememiz gerekir.
Tüm yaşananlar sonsuz bir kaosu davet ettiği kadar, başta Kürt Meselesi olmak üzere temel sorunlarımızın çözümüne ve giderek bir Ortadoğu barışını inşa etmeye de alan açmış durumda. Sonraki yazımda buna değinmeye çalışacağım.