İLHAN CİHANER

Tarih: 27.05.2024 10:10

Şeyleri adıyla çağırma, yargıya sızan virüs

Facebook Twitter Linked-in

Siyasi sonuçları ve hukuksuzluklar bakımından bu davalardan daha vahim durumdaki Kobani Davası, Gezi Davası, Can Atalay’ın durumu, gibi davalar gölgede kaldı. Hatta her türlü tartışmayı “halkın gerçek sorunu bu değil, iktidar gündem saptırıyor” diyenler bile ilgi ve alakalarını bu davalara yoğunlaştırdılar.

Özellikle kendilerini Ülkücü/Milliyetçi olarak tanımlayan geniş bir kesim Polisin, yargının giderek devletin, bu kadar kriminal işe “nasıl bu kadar bulaştığını, bulaşabildiğini”, adaletsiz davranabildiğini şaşırarak eleştiriyor. Oysa bu cumartesi adalet taleplerinin 1000. Haftasına girecek olan Cumartesi Anneleri’nden tek birini dinleselerdi, TBMM Susurluk Komisyonu Raporu’nun birkaç sayfasına göz atabilselerdi, 12 Eylüle giden süreçte yaşanan toplu katliam ve aydın cinayetlerinin gazetelere bile yansıyan detaylarını hatırlasalar son aylarda yaşananların istisnai bir durum olmadığını, devlet pratiği haline gelmiş “bir sistem semptomu/sonucu” olduğunu göreceklerdir.

Kuşkusuz bu iki davada mağdur olanlar, yakınlarını kaybedenlerden böyle bir “soğukkanlılık” beklemek gerçekçi olmaz ve bu davaların etkin ve adil bir şekilde yürütülmesi gerekir. Ancak siyasetin ve kurumların bu sürece “sorunları kökeninde ele almak” anlamında radikal yaklaşmaları gerekir. Aksi taktirde bir sonraki bakan değişikliğine, müdür değişikliğine, iktidar içi rant kavgasına kadar “mola” vermiş ve muktedirken konforunu yaşadığımız düzenin mağduru olmak için sıramızı bekliyor oluruz.   

Bu sürece nasıl yaklaşılmalı?

Öncelikle “eşyayı adıyla çağırmaya” başlamak gerekir. Bir soruyla başlayalım: Niçin çete kurma, uyuşturucu, adam öldürme, gasp gibi suçlamalarla karşı karşıya kalanlar ağırlıklı olarak ülkücü/milliyetçi bir söylemi savunmalarına yedirirler? Devlete söz ettirmezler? Vatan, millet, bayrak ve din savunusu yaparlar? Adeta kendilerini devletin yedek kuvveti yerine koyarlar?

Bu soruya verilecek cevap “şeyleri adıyla çağırmaya” giriş niteliğinde olabilir: güvenlik bürokrasi 10 yılladır bu görüşlere rezerve edilmiş ve sağ siyasetin arka bahçesi olduğu için. Siz mülakatta “ben kendimi Atatürkçü, sosyal demokrat, sosyalist olarak tarif ediyorum” diyen birinin polis, bekçi ya da jandarma olabileceğine inanıyorsanız bu cevabı çöpe atabilirsiniz! Ama ülkücüyüm, milliyetçiyim derseniz (hatta dönem dönem Fetullahçıyım, Menzilciyim) kapılar sonuna kadar açılacaktır. Oysa özellikle tarikatlar ve aşkın bir dava anlayışı çerçevesinde ilişkilenen insanlar, inanç/dava eksenli hukuk dışı bir hiyeraşiye tabi olurlar. Bunun oluşturduğu ilişkiler kurum kültürüne ve pratiklerine de yansır. Giderek kendi görüşlerindeki kişilerle bir dayanışmaya -hadi dayanışma algısına diyelim- dönüşür. Oysa bir sosyalistin ya da sosyal demokratın bu tarz bir hiyerarşik merkezi, lideri ya da şeyhi yoktur.

Sadece şu örnekleri hatırlatayım: Polis Akademilerinde “bozkurt işaretli” intikam yeminli mezuniyet törenleri, erlerin çete liderlerine selam ve dayanışma sloganları, tabanca kabzalarına yapıştırılan üç hilaller, operasyonlarda duvarlara yazılan yazılar… bu durum kriminal yapılarla bir kadro geçişkenliği yarattığı gibi çetelerin adeta devletin yedek kuvveti gibi görmeleri/göstermeleri, kollanmaları sonucunu doğuruyor. Sonuç olarak artan kolluk kuvveti sayısı ve teknik olanaklara rağmen ülkemiz bir uluslararası suç cennetine dönüşmüş durumda. En azından bu sonuç bile sorunun radikal bir şekilde ele alınması gerektiğini gösteriyor.

Burada şunları da vurgulamak zorunlu; geçmişteki kriminal tiplerin ve katillerin yaptıklarının unutulup/unutturulup romantikleştirilmeleri, başta CHP olmak üzere muhalefetin karşı alternatif bir söylem ve çözüm seti yerine, aynı bakış açısını tahkim etmeleri de büyük bir sorun.  

O zaman “sorunları kökeninde ele almak ve şeyleri adıyla çağırma” çerçevesinde ve giriş mahiyetinde olmak üzere güvenlik kurumlarında ciddi bir kadro ve kurumsal kültür sorunu olduğunu teşhis edebiliriz. Aynı sorunun artık yargı için de geçerli olduğu aşikar.

Yargıya sızan “virüs” diye nitelendirdiğim şey ise “gizli tanık”. Ülkeyi temelinden sarsan siyasi davalar ve komplo davalarında başrolde hep “gizli tanık” var. Bir “gizli tanığın” ifadesi kadar inanılan hiçbir şey olmuyor bazan. Adeta kutsal kitap sözü! Açık kimliği ile denetlenebilir, sorgulanabilir tanık beyanlarının, hatta “olguların” üzerine konuluyor gizli tanığın beyanları.

Rejimi değiştiren davalarda da başrolde gizli tanıklar vardı. Karara esas alınmasalar bile servis edilerek kamuoyunun yönlendirilmesinde etkin olarak kullanılıyor ifadeler. Her ne kadar “gizli tanık” olmanın hukuki fiili avantajlarından faydalansalar da ne kimlikleri gizli ne de ifadeleri. Tüm yargıyı çürüten bir kara deliğe dönüşmüş durumda.

Esasen ilgili mevzuatta doğrudan bu adla adlandırılan bir düzenleme mevcut değil. Bu konudaki temel kanunun adı da “Tanık Koruma Kanunu”. Bu kanunda “gizliliğe” vurgu tabii ki var. Ancak bu kimliğin gizlenmesi, adresin ve yazışma belgelerinin gizlenmesine ilişkin. Yani başına “gizli” sıfatı eklense de bu adla nitelenen süje “tanık” olmalı. Bu anlamda soruşturmaya tanık aranmaz, bulunmaz. Vardır ve korursunuz! Söylediklerini de şunu yazalım bunu çıkaralım diye süzgeçten geçirmezsiniz, geçiremezsiniz.

İki dosya tüm çürümeyi ve yapısal sorunları ortalığa dökmeye yetiyor. Çözüm mü? Tabii ki çözüm mümkün ve sanıldığı kadar da zor değil. Güvenlik kuvveti ve yargı mensuplarının örgütsüzlükleri, üzerindeki soruşturma ve tayin baskısı ve içselleştirilen yanlış kurumsal kültür kendi içlerinden güçlü bir adalet hareketi çıkarmalarının zor olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz böyle bir girişim çok kıymetli olacaktır. Burada asıl görev siyasete düşüyor: büyük ve bütünlüklü bir adalet ve hukuk devleti hareketi başlatmak. 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —