Bir soru ile başlayalım; “normal” koşullarda söylenip geçilecek “tokalaşma, ayağa kalkmama” gibi jestler niçin bu kadar tartışıldı?
Demek ki “yeterince normalleşememişiz!” deyip geçebilirdik. Ancak 2015’ten beri “ayağa kalkmama” tutumu, iktidar daha da ceberrutlaşmışken değiştirilince, Erdoğan’a meşruiyet vermek hatta “büyük koalisyonun” ayak sesi olarak değerlendirildi. O kadar ki muhalefet içinden bile “yurtsever olup olmamanın” kriteri olarak görüldü. Öncelikle belirtmek gerekir ki kuliste bekleyen ve ayağa kalkmayan milletvekilleri ile ayağa kalkanlar arasında yurtseverlik ya da iktidardan kurtulma isteği yönünden bir ayrım yapmak, cesaret, ihanet ya da kahramanlık kriteri olarak değerlendirmek oldukça abartılı bir yorum olacaktır. Şunu da hatırlatayım özellikle CHP içinden bu yorumları yapanlardan bazıları geçmişte tam tersi pozisyonları savunmuşlardı.
Tokalaşma ve ayağa kalkma, ABD açıklaması, kimi muhalif figürlerin “devletlülerle” randevu dilenmeleri, en küçük temas için alesta beklemeleri, temas edenlerin “bana su verdi!” tadında memnuniyetleri aslında daha büyük sorunların göstergesi ve sonucu.
Bu sorunlardan bence en önemlisi, muhalefetin özellikle CHP’nin “devlet” analizi. Bunu, Türkiye için hiçbir anlamı olmayan hele hele AKP/MHP iktidarında ve ucube Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde iyice anlamsızlaşan, sağın en kof ezberlerinden biri olan “devlet ayrı, hükümet ayrı” yaklaşımı olarak özetleyebiliriz. Bu yaklaşım başta dış politika olmak üzere birçok alanda iktidara destek ve meşruiyet olarak dönüyor. O nedenledir ki sayın Özgür Özel’in ABD açıklaması doğrudan iktidara destek olarak kabul edildi. Şunu unutmamak gerekir ki yargı bağımsızlığının olmadığı, parlamentonun başta bütçe hakkı olmak üzere temel fonksiyonlarının rafa kaldırıldığı bir sistemde devlet/hükümet ayrımı yapmak mevcut iktidar ilişkilerini yeniden üretir, meşruiyet verir. Kaldı ki bu ayrımın objektif koşulları olsa bile özellikle darbe dönemleri ile iyice kemikleşen Komünist/sol, Alevi, Kürt ve azınlık düşmanlığı ile malul bir devlet, sermayenin ve emperyalizmin aparatı olmuş bir devlet kategorik olarak olumlanamaz. Kurucu parti olmak böyle bir görevi gerektirmediği gibi devlet, iktidar ve iktidar ilişkilerinin değişimini gözden kaçırmak anlamına gelir. Cumhuriyetten geriye kalanları da kaybettirir. Bunun sonu “devlet tapıncıdır”. Bir bakmışsınız “yeminine uymayan partili Cumhurbaşkanı” olmuş size “makam”! Devlet (siz ona sermaye de diyebilirsiniz) işine geldiğinde şefkatli elini uzatır, siz de sevinerek ele saygı gösterirsiniz. İşine geldiğinde ise hakaret eder, sopasını başınıza indirir hatta katleder. Her halükârda siyasetin alanını devlet olan hükümet yani iktidar belirler. Erdoğan ve Bahçeli’nin “iç cephe ve İsrail tehdidi” açıklamalarını tam da bu alanda muhalefetin heveskârlığının sonucu olarak okumak gerek. Sanırım önemli bir ölçüde alıcı da buldu. Böyle bir devlet yaklaşımı iktidarı getirmez. Getirmediğini on yıllardır deneyimliyoruz. O nedenle muhalefetin devlet analizini güncellemesi şart. Devletimizin artık bir “failed state” (çuvallamış, başarısız, kapasitesi önemli ölçüde aşınmış) devlet olduğu kabulüyle başlanılabilir bu güncellemeye.
İkinci sorun ise; muhalefetin ana gövdesini oluşturan CHP’nin, Baykal’la başlayıp Kılıçdaroğlu döneminde iyice zirveye ulaşan hayalî bir sağ/muhafazakâr seçmeni ikna etmek üzerine kurulu politikalardan kopamamış olması hatta, yerel seçim başarısının bu yaklaşımın doğrulanması olarak okunması, CHP’nin ve seçmeninin artık “merkez bir parti” olduğu kabulüdür. Bu kabul geçenlerde parti iktidarı troykasından birisi tarafından açıkça ifade edildi. Oysa siyasi yelpazenin bir bütün olarak sağa kaydığı bir iklimde “merkez” siyaseti objektif sağcılıktır. Sağın kavram ve sembollerini kullanmak, hele hele bunu sağın elitleriyle yakınlaşarak yapmak o kulvarı tahkim ettiği gibi kendi seçmenini de sağa angaje eder. En iyi ihtimalle kırılgan hale getirir. Erdoğan ve Bahçeli’nin seçmenleriyle kurduğu ilişkiyi okuyamamak anlamına gelir. Öteden beri anketsever politikacılarımız sadece son anketlerdeki kararsız ve muhalefet boşluğu gören seçmen oranlarına baksalar bile bunun fayda sağlamadığını görürler. Burada faili olmadığı yanlışlarla ve hiçbir zaman sahibi olmadığı devletin günahlarıyla ilgili “helalleşme” ile yine müsebbibi olmadığı “anormalliklerle” ilgili olarak “normalleşme” adına muhalefet potansiyelini geriletmenin kategorik olarak aynı olduğunu belirtmek isterim. Bu anlamda CHP içerisinde yavaş yavaş uç veren “helalleşmeciler/normalleşmeciler” karşıtlığının da anlamsız olduğunu görmek gerekir.
Tüm bunlar siyaseti, “Erdoğan yandaşlığı/karşıtlığına sıkışmışlığından” kurtarmak için yapılıyorsa da anlamsız. Sistem ve ekonomi politik eleştirisini ikincilleştirip sürekli “tek adamlık” üzerinden Erdoğan eleştirisi ve MHP’nin rejim için anlamını gözden kaçırıp yalnızca Bahçeli eleştirisi yapıp, sonra onlarla “normalleşince” haliyle muhaliflik boşa düşmüş gibi görünebiliyor. Bu nedenle halka alabildiğine düşmanlık ve kin pompalanıp hakaret edildikten hemen sonra “normalleşme, doğal olan bu” diyerek gösterilen “nezaket” zaten yerlerde sürünen siyaset ve siyasetçiye olan güveni aşındırdığı gibi komplo teorilerine de yol verdi. “Bunların mücadelesi de sahte” izlenimi verdi geniş kesimlere. Tabii ki siyasetçilerin birbirlerini gördüklerinde küfürleşmeleri, kafa göz yarmaları değil beklenen. Ancak faille mağduru eşitleyen faile manevra alanı sağlayan bir tutum da kabul edilemez. Gerçek ve gerçekçi adımlar atılmadan yapılan bu jestler muhalif tabanda yılgınlığa ve teslimiyet algısına yol açıyor. Son günlerde muhalefetin eleştirilen kimi tutumları esasen temel politik kabullerin yansımaları. O temel kabullerden kopmadıkça benzer “yanlışlar” tekrar edip duracaktır.
Yazdıklarımın önemli bir kısmının tekrar olduğunun farkındayım ama ne demiş eskiler: Et-tekrârü ahsen velev kâne yüz seksen” (Yüz seksen kere de olsa tekrar iyidir).