Sadece bu tartışma çerçevesinde kalsa idi, iki kişinin arasındaki bilgi ve argümantasyon becerisi çerçevesinde değerlendirilecek ve sınırlı sayıda insanın radarına takılıp YouTube okyanusunda bir zerre olarak kaybolup gidecekti. Ancak ne zaman ki “şeriat savunusu” yapan profilin münazaradaki “yetersizliği/yenilgisi” görülüp imdadına şıhlar, şeyhler, siyaset ve yargı yetişti tartışma Adalet Bakanı’ndan İlahiyat profesörlerine kadar birçok insanın gündemine girdi.
Tartışmayı izleyen ya da metin olarak okuyan “ortalama” bir hukukçu Anayasasında Devletini “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlayan, düşünce ve ifade özgürlüğünü “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir… Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir… Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” şeklinde güvence altına alan bir ülkede taraflardan birisinin soruşturulacağını hele hele hakkında yakalama kararı verileceğini düşünemez. Hatta ortalama bir hukukçu Anayasadaki “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” ilkesi ve “Türkiye pratiği” nedeniyle, “şeriatı savunanın” soruşturulacağı ya da eleştirileceğini öngörürdü.
Ama öyle olmadı bir lise münazarasından hallice bir tartışmada “galip” çıkan Diamond Tema’nın karşısına cevval yargımız -tabii ki Adalet Bakanının komutanlığında- TCK 216 ile çıktı. Hadis ve İlahiyat tartışmaları açısından da ilginç bir durum doğrusu: TCK sopası ile dini bir tartışma yürütülüyor!
“Türkiye pratiğinden” kastım şu: bu maddenin unsuru olan “açık ve yakın tehlike” ülkemizde genellikle yapılan soruşturmalara göre “tersinden” işler. Kubilay vakasından Maraş Katliamına, Madımak Katliamından Çorum Katliamına kadar birçok “açık ve yakın tehlike” şeriat çağrısı ya da laiklik karşıtı motifler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. En azından kitleler böyle mobilize edilmiştir. Oysa yargımız AKP iktidarı ile birlikte bu maddeyi Laikliğe/savunusuna karşı sopa, şeriat savunusunun kalkanı olarak kullanmaya başladı. Nitekim bu vakada da açık şiddet çağrısı yapan ve suç tanımına uyan birçok eylem takipsiz bırakılıyor.
∗∗∗
TCK 216. Madde AKP’nin en çok övündüğü “özgürlükçülüğünün(!)” zirvesi olan bir düzenleme. AİHM’den gelen ihlal kararları ve AB Uyum sürecinde çok eleştirilen Eski 312. Madde yerine getirildi. Asıl belirleyen de Erdoğan’ın aldığı mahkumiyet olmuştu. Dönemin AKP’li Adalet Bakanı Cemil Çiçek şöyle anlatmıştı bu maddeyi: “Geçmişte demokrasi açısından sıkıntı çıkaran bu maddeye bunun eklenmesi ile geçmişe ilişkin tüm hesabı kapattık. Demokratikleşme sürecinde aslında 312 ile ilgili çok önemli adımlar atıldı. Eskiden olduğu gibi mahkumiyet kararları verilmiyor, davalar gelmiyor. Ama biz bütün bunların ortadan kalkmasını, fikir ve ifade özgürlüğünün olabildiğince serbest olmasını istiyoruz. Uluslararası kriter olan, içtihat haline gelen, sana göresi, bana göresi olmayan bir kriteri buraya getirmiş olduk. Bunun daha ilerisi olabilirdi şüphesiz... Açık ve yakın tehlikenin neyi ifade ettiği açık. Türkiye, AİHM’in yargı yetkisini kabul etmeseydi belki başka türlü düşünülebilirdi. Türkiye’de insanlar biliyor ki özgürlüklerle ilgili kararlar bu mahkemeden dönüyor. Yanlış kararlar Strasbourg’dan dönüyor. Açık ve yakın tehlike bunu uygulayacak olanları tereddütten kurtaracak. Fikir ve ifade özgürlüğü önündeki bir ihtimali daha ortadan kaldırıyoruz. İnşallah Türkiye daha özgür olacak. İnsanlar fikirlerini mevcut hukuk içinde rahatça söyleyebilecekler.’’ Evet doğrusu pek bir özgürleştik! (Tam burada sorayım: Acep Sayın Çiçek Diamond Tema hakkındaki yakalama kararına ne der acaba?)
∗∗∗
Maddenin gerekçesi ise: “…Suçu oluşturan “tahrik”, soyut saygısızlık ve reddin ötesinde, bir halk kesimine karşı düşmanca tavırlar gösterilmesini sağlamaya veya bu tür tavırları pekiştirmeye objektif olarak elverişli olmalıdır. Fail sübjektif olarak da bu amacı gütmeli, halk kesimini kin ve nefrete tahrik etmelidir. Bu kapsamda salt yüz çevirme, soyut bir red veya saygısızlık ifade eden bir davranışta bulunma veya bu yönde sözler sarfetme, suçun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Fiilin suç teşkil etmesi için bunların ötesinde, ağır ve yoğun bir tarzda kin ve düşmanlığa tahrikin var olması gerekir… Şu hâlde kin ve düşmanlık; “husumet beslenen konuya karşı tasarlayarak zarar vermeye, öç almayı gerektirecek şiddette nefret duymaya yönelik hareketlerin zemini oluşturan psikolojik bir hâl” olarak açıklanabilir. Fıkra metninde; fiilin kamu güvenliğini tehlikeye düşürecek biçimde yapılması arandığı için, suç; soyut tehlike suçu olmaktan çıkarılmış, somut tehlike suçu hâline getirilmiştir. Bu suretle, çağdaş hukuktaki soyut tehlike suçlarını azaltma yönündeki eğilim dikkate alınmış, temel hak ve hürriyetlerin kullanım alanı genişletilmiştir. Bu düzenleme sayesinde “kin ve düşmanlık” ibaresinin anlamı da dikkate alındığında sadece “şiddet içeren ya da şiddeti tavsiye eden tahrikler” madde kapsamında değerlendirilebilecektir. Söz konusu suçun oluşması için, kamu güvenliğinin bozulması tehlikesinin somut olgulara dayalı olarak varlığı gereklidir. Bu tehlike, somut bir tehlikedir. Bu somut tehlikenin gerçekleşip gerçekleşmediği belirlerken failin söz ve davranışlarının neden olduğu tehlike neticesinin gerçekleşmesi gerekir” demektedir.
Şimdi Adalet Bakanı Sayın Yılmaz Tunç’un bu gerekçeyi, AYM ve AİHM kararlarını okuyarak “ağır ve yoğun bir tarzda kin ve düşmanlığa tahrikin, şiddet içeren ya da şiddeti tavsiye eden tahrikin, kamu güvenliğinin bozulması tehlikesinin somut olgularının” nerede olduğunu da belirtmesi gerekir. Gerekir çünkü bu topa kendisi girdi. Arka arkaya attığı tweetler HSK başkanı sıfatı da gözetildiğinde açıkça talimat niteliğinde olup, giderek suç nitelendirmesi yaparak “savcılık cübbesini” de giydiğini gösteriyor.
∗∗∗
Tüm bunlar yaşanırken tartışma yargı bağımsızlığı, anayasal özgürlükler, laik devlet/şeriat devleti zeminine oturmuşken muhalefetin ilgisizliği umarım “İki internet fenomeninin ergen tartışmasına mı girelim?” gibi bir gerekçeyledir. Eğer yine “Aman ha laiklik topuna girmeyelim, muhafazakarları incitiriz” kaygısı varsa, tekrar uyarayım: kaybedilen özgürlüklerin geri kazanılmasının siyasi, hukuki ve fiili maliyeti çok fazla olur.