Kadınların ev içindeki fiziksel, bedensel, duygusal karşılıksız emeğine, yani sömürüsüne dayalı baskıcı ve erkekleri kayıran, ayrıcalıklı kılan, ailenin reisi atayan patriarkal sistemin en önemli yapı taşı aile kurumunun çözüldüğü zamanlardayız. Artık kadınlar bedenlerinin, duygularının, emeklerinin sömürülmesine izin vermeyi reddediyor; kendilerine biçilen karşılıksız sömürüye dayalı rolleri, görevleri sorguluyor; yerine getirmeye itiraz ediyor. Ancak tabii bu itiraz, yüzyıllardır yerleşmiş, köklü patriarkal ayrıcalıkları deneyimlemiş erkeklik kültürü tarafından hoş karşılanmıyor. Dolayısıyla erkekler tarafından şiddetli bir dirençle karşılanıyor.
O yüzden maalesef erkek şiddeti tüm dünyada giderek artmakta. 2011 yılında dünyadaki kadın hareketlerinin çabası ve emeğiyle bu şiddeti önlemeye yönelik uluslararası bir sözleşme hazırlandı. Ve 2014’te Türkiye’nin ilk imzacılarından olduğu İstanbul Sözleşmesi birçok ülkede yürürlüğe girdi. Erkek şiddetinin ilk defa resmi olarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, cinsiyet ayrımcılığına dayalı bir sonuç olduğunu söyleyen bu sözleşme, taraf ülkelere toplumlarını toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda bilinçlendirmeye, devlet politikalarını bu yönde geliştirmeye, kadınları erkek şiddetinden etkin şekilde korumaya, koruyamadıkları durumlarda mutlaka etkin cezalar vermeye davet etti.
TOPLUMSAL CİNSİYET ŞEYTANLANLAŞTIRILIRKEN...
2015’te Özgecan Aslan’ın öldürülmesinden sonra, YÖK, sözleşmenin gereği olarak üniversitelere, toplumsal cinsiyet eşitliği tutum belgesi hazırlayıp gönderdi, buna göre akademiyi toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanan bir yer haline getirmek, müfredata toplumsal cinsiyet eşitliği dersleri koymak gibi hedefler belirledi. MEB, müfredatı toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı biçimde hazırladı. Birçok üniversitede dersler açıldı, bu tarihten önce başlayan ancak bu tarihten sonra artarak devam eden Cinsel Taciz Birimleri kuruldu; kadın araştırmaları merkezleri açılmaya devam etti. Diğer yandan bu dört yıl içerisinde erkek şiddeti giderek artmaya devam etti. Bugün, neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor. Ve maalesef devletin bu süreçte, yükümlü olduğu İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan etkin koruma ve etkin ceza gereklerini yerine getirmediğini üzülerek gördük. Geçen yıl da maalesef ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ kavramından vazgeçilmeye kadar giden bir yola girdik. Kavramın şeytanlaştırıldığı aile, gelenekler, örf ve adetleri yıkmaya çalışan, tehlikeli bir kavram olarak algılanmaya başladığı bir süreçteyiz. Yerine ‘adalet’ kavramı getirildi. YÖK ve MEB, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını çıkardı. Üniversitelerde Kadın Çalışmaları Merkezlerinin adlarının değiştirilmesi gerektiği öne sürüldü.
MUHAFAZAKAR BASKIYA GEÇİT YOK
Ben tüm bunların, kadın hareketinin güçlenmesiyle ve devlet politikalarına müdahale etme gücü bulmasıyla birlikte gelişen, geleneksel erkekliğin kaybedileceği korkusunun, paniğinin doğurduğu direnç ve baskının sonucu olduğunu düşünüyorum. Muhafazakâr erkeklerden oluşan bazı dernekler İstanbul Sözleşmesi’nin aileyi yıkmaya yönelik bir sözleşme olduğu ya da süresiz nafakanın boşanmaları artırdığını ileri süren kampanyalar, akademide çalıştaylar düzenliyor; gazetelerde köşe yazarları muhafazakâr bir kadın derneği olan KADEM’i bile İstanbul Sözleşmesi’nin yanında yer aldığı için hedef gösterebiliyor. Dolayısıyla bu direnç, kadın hareketinin tüm kazanımlarına her yandan saldırıyor. Ve bence hükümet, geldiğimiz bu noktada, tarihi, teorik birikimi ve mücadele pratikleriyle, dünyanın güçlü kadın hareketleri arasında yer alan Türkiye’deki kadın örgütleriyle, diğer yanda da seçmen ve muhafazakâr erkek derneklerinin saldırıları ve baskıları arasına sıkışmış durumda.
Dr. Öğretim Görevlisi Senem TİMUROĞLU Kaynak: www.birgun.net