Tarih: 14.10.2023 21:28

İMAMOĞLU AB TEMSİLCİLERİYLE BULUŞTU: "DÜNYAMIZ, 'ÇOKLU KRİZ' DÖNEMİNE GİRMİŞTİR...

Facebook Twitter Linked-in

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, AB Türkiye Delegasyonu ve AB ülkeleri Türkiye büyükelçileri ile yemekli çalışma toplantısında bir araya geldi. İmamoğlu, “Dünyamız, sorunların karmaşık ve süreklilik arz ettiği bir ‘çoklu kriz’ dönemine girmiştir. Çözümleri ise otoriter bir yönetimde değil, farklı paydaşların dahil olduğu iş birlikçi bir yaklaşımda bulunabilir. Tüm aktörlerin katkıda bulunabileceği kapsayıcı kamusal alanları ve kurumları nasıl yaratabiliriz? Sormamız gereken soru budur” dedi. 60 yılı aşan Türkiye-AB ilişkileri hakkında da konuşan İmamoğlu, “Şu anda Türkiye’nin AB yolculuğu çıkmaz bir yola dönüşmüştür… Fakat Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerin bugün donma noktasına gelmiş olmasının tek nedeni de Türkiye değildir. AB’nin de Türkiye’ye bakış açısını değiştirme zamanı gelmiştir” diye konuştu.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, AB Türkiye Delegasyonu ve AB ülkeleri Türkiye büyükelçilerini ağırladı. Artİstanbul Feshane’de gerçekleşen yemekli çalışma toplantısına, Almanya, Avusturya, Çekya, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İsveç, İtalya, Letonya, Lüksemburg, Litvanya, Macaristan, Portekiz, Romanya, Slovakya ve Yunanistan’dan Başkonsolos ve Büyükelçi düzeyinde temsilciler katıldı. Çalışma toplantısında iç ve dış gündeme dair önemli açıklamalar yapan İmamoğlu şunları söyledi:

“MAALESEF MUHALEFET OLARAK BU BEKLENTİYE CEVAP VEREMEDİK”

"Türkiye hem içeride hem de bölgesinde yine zor bir dönemden geçiyor. Mayıs 2023 seçimlerine giderken Türkiye’mizde köklü bir değişim arzusu vardı. Bu arzu sadece 21 yıldır ülkemizi yöneten iktidarın değişmesine yönelik değildi. Son 10 yılda kutuplaşmadan, siyasal çalkantılardan, iktisadi krizlerden ve adaletsizlikten bıkmış halkımız, Cumhuriyetimiz ikinci yüzyılına girerken yeni bir başlangıç 
yapmak istiyordu. Maalesef muhalefet olarak bu beklentiye cevap veremedik. Önümüzdeki dönemde hatalarımızdan dersler çıkartıp milletimizin değişim arzusunu hayata geçirecek bir siyaset inşa etmek zorundayız. Bunun için yeni yaklaşımlar, yeni bir dil, yeni kadrolar, yeni bir örgütlenme, kısacası güçlü, yeni bir siyaset gerekiyor.

“TOPLUMUN KÖKTEN VE KAPSAMLI BİR DEĞİŞİM TALEBİ VAR”

Yeni ve demokratik bir siyasi kültürün inşası Türkiye’nin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin kendini köklü bir şekilde yenileyerek önümüzdeki dönemin ihtiyaçlarına cevap vermesiyle mümkündür. Türkiye’de demokrasi her zaman uğruna mücadele verilen bir dava olmuştur. Türkiye’nin tarihi derinlere giden dirençli ve güçlü bir demokrasi iradesi vardır. Bunu birçok zaman sizlere hatırlatma ihtiyacını hissediyoruz. Gerçekten güçlü bir demokrasi tarihi vardır Türkiye’nin. Kuşkusuz, Türkiye’nin özellikle genç nesillerin özlemle beklediği yeni bir hikayeye ihtiyacı var. Toplumun kökten ve kapsamlı bir değişim talebi var. Biz tam da burada bunun mücadelesini veriyoruz. Bugün parçası olduğum Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki tartışma, bu değişim beklentisine nasıl karşılık verilebileceği tartışmasıdır.

“2022’YE GÖRE NE TÜRKİYE NE DE DÜNYA DAHA İYİ BİR NOKTADA”

Sizler gayet iyi biliyorsunuz, Türkiye zor bir coğrafyada bulunuyor. Aynı zamanda, dünyanın da pek çok açıdan yenilendiği çalkantılı bir dönemin içindeyiz. Güçler dengesinin sarsıldığı, küresel güvenlik mimarisinin değiştiği, ekonomik küreselleşmenin yeniden şekillendiği, çoklu krizlerin olduğu, enerjiden savunmaya bütün dünyanın dönüştüğü bir dönem bu. Savaşlar ve sivilleri hedef alan çatışmalar Türkiye'nin parçası olduğu bu bölgede ne yazık ki yoğunlaşmış durumda. Böyle bir dönüşüm döneminde Türkiye'nin önündeki seçenek yelpazesi de hızla değişiyor. 2022’ye göre ne Türkiye ne de dünya daha iyi bir noktada. Geçen sene sizlerle bir araya geldiğimizde, Rusya’nın Ukrayna işgalinin henüz ilk ayını geride bırakmıştık. Rusya’nın Karadeniz’in kuzeyinde başlattığı haksız savaş, yaşadığımız jeopolitik fırtınanın sadece bir evresiydi ve geçen hafta bu savaş coğrafyasına acı bir şekilde yenisi daha eklendi.

“FİLİSTİN’DE YAŞANANLARI ENGELLEYEMEMİŞ OLMAK, KUŞKUSUZ HEPİMİZİN SORUMLULUĞUDUR”

İsrail-Filistin çatışmasının geldiği korkunç durum, modern Ortadoğu’nun kronik sorunlarına kalıcı ve adıl çözümler üretememiş olmamızın en belirgin göstergesidir. Modern dünya olarak iyi bir sınav veremedik. Burada ‘biz’ diyorum, çünkü Ukrayna’da, Suriye’de, İsrail ve Filistin’de yaşananları engelleyememiş olmak, kuşkusuz hepimizin sorumluluğudur. Evlerinden ve şehirlerinden kaçan milyonlarca sığınmacı, ölen binlerce insan, yok edilen şehirler, bizim kolektif sorumluluğumuzdur. Bir kader birliği içerisinde olduğumuzun farkına varma vakti gelmiştir.

“SAVAŞIN DA BİR HUKUKU VARDIR”

Filistin ve İsrail arasındaki şiddetin tırmanmasından, sivillerin hedef alınmasından ve savaş suçlarına varabilecek vahim olayların yaşanmasından büyük üzüntü ve endişe duyuyoruz. Hangi taraftan gelirse gelsin sivillere karşı saldırılar asla kabul edilemez. Savaşın da bir hukuku vardır. Filistin sorununun ne kadar derin ve karmaşık olduğunu çok iyi biliyoruz. Filistin-İsrail meselesinin çözümü, sonuçları yönetmekten değil, sorunların temelinde yatan sebepleri ortadan kaldırmaktan geçmektedir. BM kararları ile uyumlu, kalıcı ve adil bir çözümün en yakın zamanda diyalog yoluyla bulunması için hep birlikte çalışmamız gerekmektedir. Bu savaşlar hepimizi içine çekmeden önce üzerimize düşeni yapmalıyız.

“DÜNYA ‘ÇOKLU KRİZ’ DÖNEMİNE GİRMİŞTİR”

Avrupa’nın kendi içerisinde farklı sorunları önceliklendirdiğinin farkındayım. İki hafta önce Floransa Belediye Başkanı Dario Nardella ve Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’nun beraber düzenlediği bir toplantı için Floransa’daydım. 15 Avrupa kentinin yerel yöneticileri ile siyasette popülizmin yeri ve demokrasilerde ortaya çıkan otoriterlik tehlikesini konuşmak üzere bir araya geldik. Orada söylediklerimin bir kısmını burada altını çizerek, sizlerle paylaşmak isterim: Dünyamız, sorunların karmaşık ve süreklilik arz ettiği bir ‘çoklu kriz’ dönemine girmiştir. Çözümleri ise, otoriter bir yönetimde değil, farklı paydaşların dahil olduğu işbirlikçi bir yaklaşımda bulunabilir. Tüm aktörlerin katkıda bulunabileceği kapsayıcı kamusal alanları ve kurumları nasıl yaratabiliriz? Sormamız gereken soru budur. Geleneksel siyasal kurumlar yeni ihtiyaçlara cevap veremiyor. Türkiye dahil birçok ülkede siyasal rejimler kabuk değiştirirken, evrensel demokratik değerleri tehdit eden otoriter anlayışlar güçleniyor.

“BEN BU YENİ HALKÇILIĞA İNGİLİZCE ‘PEOPLE-İSM’ DİYORUM”

Ben bu otoriter-popülist dalgadan çıkışı bir kaç boyutta düşünüyorum. Birincisi yerel siyasetin öneminin altını çiziyorum. Yerel siyaset ulusal siyasetin altında, hiyerarşide ikinci sınıf bir siyaset alanı değildir. Tam tersine ulusal ve yerel siyaset arasında sağlıklı bir diyalog ve etkileşim olmalıdır. Ulusal strateji yerelden beslenmelidir. Güçlenen yerel yönetimler toplumu bütünleştirir, zorluklarla baş etme kapasitesini artırır.”

İkinci olarak; popülist otoriterliğe karşı, halkın ihtiyaçlarını ve beklentilerini merkeze koyan, yeni ve coşkulu bir halkçı yaklaşım tasarlamamız gerekiyor. Ben bu yeni halkçılığa İngilizce ‘people-ism’ diyorum. Popülizme karşı ‘people-ismi’ öneriyorum. Popülizmle karmaşık bir teknokrasi ve partilere sıkışmış bir siyaset ile başa çıkamayız. Yeni halkçılık, vatandaşlara yönetimin aslî, eşit ve özgür aktörleri olduklarını hissettirecek bir siyasal dil ve gündemdir.

Üçüncü olarak; demokratik mücadelede uluslararası dayanışmanın ve karşılıklı öğrenmenin gerekliliğinin altını çiziyorum. Bu dayanışma ve koordinasyon özellikle yerel yönetimler arasında olmalıdır.

“AB’NİN DE TÜRKİYE’YE BAKIŞ AÇISINI DEĞİŞTİRME ZAMANI GELMİŞTİR”

Peki böylesine zor bir dönemde, Türkiye ve AB ülkeleri arasındaki dayanışma nasıl olmalı ve nereye doğru evrilmeli? Üzülerek görmekteyiz ki, Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri son yıllarda iyice gerilemiştir. Geçmişin hataları ve kaçırılan fırsatlardan ders alarak bu ilişkilerin sürdürülebilir bir hale gelmesi iki taraf için de gereklidir. AB’nin genişleme politikalarında konuşulurken pek çok ülkenin isimlerinin zikredilip, Türkiye’nin isminin dahi zikredilmemesi, 60 yılı aşkın bir diyalog ve 20 yılı aşan tam üyelik sürecinin başarısızlığına işaret etmektedir. Şu anda Türkiye’nin AB yolculuğu çıkmaz bir yola dönüşmüştür. Türkiye’nin bu başarısızlıktaki sorumluluğunun farkındayız. Avrupa Konseyi’nin son Osman Kavala kararı da bunu teyit eder niteliktedir. Fakat Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerin bugün donma noktasına gelmiş olmasının tek nedeni de Türkiye değildir. AB’nin de Türkiye’ye bakış açısını değiştirme zamanı gelmiştir.

"AB’NİN TÜRKİYE’YE, TÜRKİYE’NİN DE AB’YE HER ZAMANKİNDEN DAHA ÇOK İHTİYACI VAR"

Türkiye bugün dünyanın en fazla mülteciye sahip olan ülkesi. Bu büyük bir yük. Küresel göç dalgaları, ülkeleri ve iç siyaseti sarsmaya devam edecek. Göç veren ve alan ülkeler arasındaki sınırlar gerilim alanları olmaya devam edecek. Küresel bir göç rejimine, bu yükün eşit ve adil dağıtılmasına ihtiyacımız var. AB ile ilişkilerimizde sürecin yeniden canlandırılması için iki taraf arasındaki güven ilişkisinin onarılması ve buna yönelik bir arzu ve niyetin yeniden oluşturulmasına ihtiyacımız var. Türkiye’de iktidarlar değişir ama bu aradaki kader birliğinin bozulduğu anlamına gelmez. Türkiye ve AB’nin geçmişleri kadar gelecekleri de birbirinden ayrılamayacağına göre, mevcut güvensizlik ortamının değişmesine odaklanılmalıdır. Dünya çok merkezli bir küresel yapıya doğru evrilirken, AB’nin Türkiye’ye, Türkiye’nin de AB’ye her zamankinden daha çok ihtiyacı var.

“KRİZLER BİZİ BİRBİRİMİZE YAKINLAŞTIRMALI”

Türkiye ve AB’yi oluşturan ülkeler sadece bugün değil, yüzyıllardır bir kader birliği içerisinde. Bu kader birliği gündelik politikaya, değişen iktidarların kısa dönemli çıkarlarına kurban edilmemeli. Karşılaştığımız krizler bizi birbirimize yakınlaştırmalı. Ben yerel aktörleri ve kentleri demokrasinin umut ışığı olarak görüyorum. Dayanışma ruhu ve güçlü bir gelecek umuduyla hepinizi selamlıyorum.”




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —