Bazı yıllar vardır, takvimden silinip gitmez. Hafızaya kazınır. Yaşananlar bir haber başlığı olmaktan çıkar, insanların hayatına yerleşir. 2025, Türkiye için tam olarak böyle bir yıl oldu. Çünkü bu yıl yalnızca olayların değil, birikmiş sorunların, ertelenmiş hesapların ve görmezden gelinen gerçeklerin görünür hale geldiği bir dönemdi.
Aslında her şey bir anda başlamadı. Pandemiyle birlikte sarsılan düzen, o günden bu yana bir türlü toparlanamadı. Ekonomi, eğitim, sağlık, barınma, adalet… Hepsi aynı anda yıprandı. Pandemi yalnızca bir kırılma noktasıydı; asıl sorun, sonrasında bu kırılmayı onaracak güçlü ve kapsayıcı bir iradenin ortaya konulamamasıydı.
2025'e gelindiğinde bu tablo artık gizlenemez hale geldi.
Ekonomik kriz, rakamların çok ötesinde bir gerçeklik olarak her haneye girdi. İnsanlar yalnızca geçinememekten değil, aynı hayatı sürdürdükleri halde her ay biraz daha yoksullaşmaktan yoruldu. Çalışanlar borçla ayakta kaldı, emekliler temel ihtiyaçlarını bile kısmak zorunda bırakıldı, gençler geleceğini planlayamaz hale geldi. "Gelir var ama hayat pahalı" söylemi, yaşanan gerçekliği açıklamaya yetmedi.
Barınma sorunu ise krizin en görünür ve en yakıcı yüzü oldu. Depremlerden sonra yapılan konutlar elbette önemliydi, ancak bu çözüm yalnızca hak sahipleriyle sınırlı kaldı. Kiracılar içinse hayat adeta açık bir çıkmaza dönüştü. Devletin sosyal konut politikası, kira piyasasında ezilen milyonlarca insanı kapsamaktan uzak kaldı. Aynı şehirde doğmuş, çalışmış, vergi vermiş insanlar kendi yaşadıkları kentlerde tutunamaz hale geldi.
Adalet duygusu da 2025'in en fazla aşınan değerlerinden biri oldu. Siyasi davalar, uzun tutukluluklar, geç gelen iddianameler ve kamu vicdanında karşılık bulmayan kararlar, hukuka olan güveni derinden sarstı. Yargının, gerçek sorumlularla değil, ulaşabildikleriyle hesaplaştığı algısı toplumda giderek güçlendi. Bu durum yalnızca sanıkları değil, bütün bir toplumu huzursuz etti.
Felaketler ise bu yılın en ağır sayfalarını oluşturdu. Yangınlar, ihmaller, denetimsizlikler ve ardından gelen acılar… Kartalkaya'daki otel yangını, onlarca canın bir gecede yitirilmesiyle hafızalara kazındı. Geride kalanlar hâlâ adalet arıyor. Depremzedeler hâlâ "geçici" denilen hayatların içinde kalıcı çözümler bekliyor. Her büyük acıdan sonra benzer cümleler kuruldu ama sorumluluk duygusu aynı ölçüde görünür olmadı.
Eğitim sistemi de bu karmaşanın dışında kalmadı. Üniversite gençliği barınma ve geçim derdiyle boğuşurken, eğitim giderek bir fırsat eşitliği aracı olmaktan uzaklaştı. Diplomanın, emeğin ve liyakatin değeri tartışmalı hale geldi. Gençler, bu ülkede kalıp kalmama sorusunu her zamankinden daha yüksek sesle sormaya başladı.
Tüm bunların üzerine siyaset, toplumsal tansiyonu düşürmek yerine çoğu zaman daha da sertleştiren bir dil üretti. Uzlaşma değil kutuplaşma, çözüm değil ertelenmiş krizler öne çıktı. Devletin kapsayıcı olması gereken alanlarda dışlayıcı bir algı güçlendi.
Bana göre 2025'i bu kadar zor yapan şey yalnızca yaşananlar değil; yaşananlara karşı yeterli bir yüzleşmenin yapılmamış olmasıdır. Toplumun en büyük yorgunluğu buradan geliyor. İnsanlar artık sadece ekonomik sıkıntılardan değil, adaletsizlik karşısında yalnız bırakılmaktan yoruldu.
2026'ya girerken beklentim büyük vaatler değil. Beklentim; sorumluluk alan, hukuku gerçekten herkes için işleten, barınmayı ve geçimi bir lütuf değil hak olarak gören bir anlayışın güç kazanmasıdır. Felaketlerin ardından unutulan değil, ders çıkarılan bir ülke olabilmektir.
Dileğim; 2026'nın, insanların korkmadan konuşabildiği, gençlerin bu ülkede hayal kurabildiği, adalet duygusunun yeniden yeşerdiği bir yıl olmasıdır. Kaybettiklerimizi geri getiremeyiz ama aynı acıların tekrar yaşanmaması hâlâ bizim elimizde.
Bana göre umut, tam da burada başlıyor.
Yeni yılın; daha adil, daha vicdanlı ve daha insanca bir Türkiye'ye kapı aralaması dileğiyle…